2 Şubat 2020 Pazar

HEM DE ARAPÇA.....

“Dizi izliyor musun sen Elif ” diye sordu Aydan, sıkıntıyla ayakkabılarını çıkarırken...

Havayı parlak görüp çıkmış yürüyüp eve dönmüştü.

Yürürken aklına akşam izlemeye oturduğu yerli yapım dizi gelmişti... Sabırla ilerlemesini beklemişti olayların ve dizinin bitmesini... 

Her bir sahnenin durgunca dakikalarca ekrana yapışıp kalması biryana, araya giren ve bir türlü bitmek bilmeyen reklamlar  tuzu biberi olmuş, kapatıvermişti sıkıntıyla televizyonu...

Elif, holü saçaklıyla silmeyi bırakmadan, heyecanla başını kaldırıp yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle  “yok ben hiç televizyon seyretmiyorum Aydan hanım. Yan komşuya geçip kuran okuyorum.” 

Arapça kuran okumayı öğreniyorum. Önceleri bir kaç komşu birden toplaşıp okuyorduk ama ilerleyemedik. Hoca da tek tek çağırıp okumayı öğretiyor.

Dertleşmeyi beklerken ummadığı yanıta karşı söyleyecek bir çift söz arandı beyninde durdu Aydan... Aranırken de Elif’in yüzündeki olağanlık, anlattıklarının sıradanlığı onu daha çok durdurmuş düşündürmüştü...

“Eltimin gelini...” diye devam etti Elif. Yeni geldi bizim mahalleye Başakşehir’den... Daha 22 yaşında ve çarşafa girmiş....
Yüzünde yine aynı olağanlık ve sıradanlık... 

Durdu Aydan’ın yüzüne baktı gözlerinin iyimser ışığıyla...Belli ki içindeki kendi içsesi gibi, Aydan’dan da onay,taktir bekliyordu...

Küçük yaşta arapça kuranı sular seller gibi öğren ezberle, çarşafa gir ve hocalık yap!... Annen, teyzen yaşındaki kadınları topla öğret.

Aydan yutkundu, tıpkı ne diyeceği gibi, elini ayağını nereye koyacağını da bilemedi bir an... 

“Sen çarşafa girme ama Elif” deyiverdi... Bak burada saçın açık, evinde, kayınlarının yanında da açık...Hem saçlarım cansızlaşıyor diyorsun... Güneşe çık, dipleri D vitamini alsın...

27 Şubat 2018 Salı

GÜMÜŞ



Çoğumuz "bozulmasın" ister... Ben "bozulsun" istiyorum.
Gül getirmişti bir tatil dönüşünde. Gazete kağıdına öylesine sarılmış yuvarlacık paketi uzatmıştı.
"Aaaa, bu ne?".... diye şaşırmıştım. Hiç beklemiyordum... bir de ne yalan söyleyeyim, o sıcaklarda iş yapamamanın acısıyla biran önce dönmesini öyle çok istiyordum ki; yemin ediyorum hediye almak aklımın ucundan geçmiyordu.
Şaşırarak sıyırdım gazete kağıdını. Pırıl pırıl parlayan gümüş, tombul bir gül vazosu çıktı karşıma. 
Şaşkınlığım daha da arttı; "Gül bu vazoyu sen nereden aldın öyle?" dedim. "Köyden..." diye karşılık verdi.
Karadeniz'in yayla köylülerindendiler... Az konuşurdu ama sorduğum zaman anlatırdı. Yaz kış yanan sobalarına bile özenirdim anlatıklarından...
Gül'ün köyü ve gümüş vazo... Gerçek olacak hali yoktu ama eli yüzü o kadar düzgündü ki vazonun, "Vakko'dan..." dese daha az şaşırırdım. Gümüş kaplamalı sürahilerine bayıldığım Vakko'nun rafında görür gibi oldum tombul gül vazosunu. Aldım, diğer vazoşarın yanına yerleştirdim teşekkür ederek.
Gül bizim ev dışında Müjde'nin evine de giderdi temizliğe. Ve Müjde'nin gümüş ve benzeri tabağı çanağı, vazosu, sürahisi pek çoktu. Ve Müjde benim arkadaşımdı... Eve çok gelip giderdi...
Gül getirmiş bak vazoyu dedim... inandı mı?... yoksa ben?....

17 Mart 2017 Cuma

RULOLAR


Uyanmıştı ama rüya devam ediyordu. Avucunun içindeydi sanki rulolar. Ama yoklardı.
Avuçiçi büyüklüğündeydi herbiri ve iki kenarından madeni kıvrımlı kulpları sarkardı ki kolayca sicime tutunsunlar ve sicimin bağladığı paketi kaldırsınlar...
Kağıdın has rengindeydiler, zaten kağıdın bir kaç kat mukavva üzerine dolanmasıyla yapılmışlardı.
Rüyanın başı, oraya gelene kadarki bölümü nasıldı?... Zihnini yokluyor yokluyor bilemiyordu da, gördüğünün lezzeti, keyfi üzerindeydi.
Çoktan ölmüş babasıysa; siyah-beyaz kumlu paltosuyla capcanlı yanıbaşındaydı.
Mutfağa indi, çayı koyup kahvaltı masasını hazırlamaya...Babası hala paltosu üzerinde şakalar yapıyor, gevrek gevrek gülüyordu...Gülüşü kulağında işiyle meşgul; demliğe çayı koyuyor, dolabı açıp cam kaseleri masanın üzerine diziyordu. Siyah-beyaz  kumlu paltosuyla babası, ya yeni kapıdan girmişti, ya da kapıdan çıkıp gidecek gibiydi...
Biliyordu ki; kumlu paltonun derin ceplerinde rulolar hazır bekliyorlardı. Tıpkı beli birkaç kat piliyle rahatlatılmış, ütüsü gıcır kumaş pantalonunun kemer bantlarına tutturulmuş anahtar destesi gibi. Desteyi albenili, görkemli,itibarlı kılan, birbirine benzemeyen çelimsiz anahtarlardan ziyade okkalı cep çakısıydı.
Çakı bir yuvanın içindeydi ve o haliyle masum sırtı görünürdü. Heybeti, kınından çekip çıkardığınızda peydah olup heyecan yaratırdı.
 Annesi kızardı babasının pantalonunun kemer bandından sarkan bu ağır maden çıkınına. Çünkü temizliğine, ütüsüne, oturulan bölgelerin parlamamasına, diz yerlerinin epriyip yuvarlanmamasına özen gösterilmesinin yanında çıkının asılı olması ve sürtünmesi aşındırıp yıprandırırdı kumaşı, eski yüzlü yapardı pantalonu.
Paltonun cebindeki rulolarsa masumdular ve birbirlerinin aynısıydılar.
Olsa olsa, onları birbirlerinden ayıran yanlızca kitap harfleriyle koyu siyah yazılarıydı. “Hacıbekir”, “Atabekler”, “Güney Zahire ve Gıda ”
Kimi diğerlerinden daha eski ve kullanılmış olduğu renk farkından belli olurdu.
Bazısında da ise, babasının elinin terinin solmuş-kurumuş hareleri de olurdu dikkatli bakan göze görünen.

Niyeyse çocuk haliyle de, yeni yetme,ergen haliyle de sevmişti bu kenarı kancalı kağıt rengi taşıma rulolarını.Hem de çok sevmişti... Olanca yalınlıklarına karşın, bir zeka ürünü rulolar çok iş görücü,işlevseldiler o’na göre.

Neden görmüştü asırlar sonra gibi gelen onca zamandan sonra rüyasında o ruloları?... Zihninde bulup çıkaramıyordu ama kahvaltı masası hazırdı, siyah-beyaz kumlu paltosuyla hayli heybetli cüsseli babasının hayali yok olmuştu da rulolar capcanlı onunlaydı...

Aradan tamı tamına iki gün geçti... Arkadaşı, başkanlığını yaptığı yardım kuruluşunun etkinliğinde kendisine yardım ettiği için kutlama yemeğinde onun da bulunmasını istiyordu eşiyle birlikte...gidecekti...

Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur hızını hiç eksiltmemiş, aksine akşama doğru daha da şiddetlenmişti... Isı hayli düşmüş,hava soğumuştu...Üstüne üstlük sis bastırmıştı akşam alacasını karmaşaya sokan. Her iki yakanın yollarının düğüm noktasının trafik cinnetini ise düşünmek bile istemiyordu. Mutfak Sanatları akademisi tam da o karmaşanın içindeki gökdelenlerdeydi üstelik. Ama kararlıydı, bu kez gidecekti. Çoğunlukla yaptığı gibi son dakka vazgeçme ruh halini iteleyip duruyordu beyninde uç verip duran.

Eşinin panik ataklı köprü fobisi nedeniyle arabayı kendi kullanacak ve akşam yemeğine katılacaktı.

Birkaç kez kayboldu dev gökdelenlerin olduğu dehlizlerde...Köprü yoluna yeniden çıktı, yeniden girdi, camlarda biriken ıslaklıklarda kırmızı, yeşil ışıklar suya damlayan boyalar gibi yayılıp durdu, gözlerini aldı...Çalınan kornalar yerinden zıplatıp,kulaklarını zonklattı, yüreği daralıp ağzında attıysa da, sonunda buluşma yerine vardılar. Kuru, ılık güvenli havayla,kahve kokularıyla, sıcacık karşılandılar.... Arkadaşı, “ne hoş bir yer bak burası” dedi....”Müzesi de var”... İnsan beli yüksekliğindeki camekanlı büfeleri farketti. Geniş salona çokça yerleştirilmişlerdi.

Duvar kenarlarındaki camekanlar ise tavan yüksekliğindeydiler ve içindeki eskiye ilişkin kutuları,ambalajları,paketleri,şişeleri o zaman farketti, ilgiyle seyre daldı. “Fay”, “çivit”, “Tursil”, “Puro-Fay”, “Talk Pudrası”, “Krem Pertev”, “Sana”, “Hacıbekir”, “Baylan”, “Pelit”....

Oturacakları masanın başında arkadaşı durmuş kendisini bekliyordu ki, geçiş koridoruyla masaları ayıran yatay camekan büfeye takıldı gözleri....Üstüste,yanyana dizilmiş iki kenarı kancalı zarif rulolar...Hacıbekir yazıyordu birinin üzerinde. diğerinde de Atabekler, Kurukahveci Mehmet Efendi..... 

Tam kırksekiz saat önce rüyasında gördüğü,iki gündür de capacanlı onunla birlikte zaman geçiren, “Hay Allah, keşke saklamayı becerebilseydim” dedirten rulolar şimdi cam tezgahın gerisindeydiler işte...

Heyecanla el ettiği kim varsa yanına toplaştılar, merak içinde ne gösteriyor diye dikkat kesildiler...O rüyasını anlattı, iki gündür hep o rulolarla zaman geçirdiğini de....

Onlar masalarına geçip güzel yiyecek ve içeceklere daha çok heyecanlandılar... 

25 Ekim 2016 Salı

NİKO'NUN DÜKKANI

Bakkal Niko'nun dükkanının önünden geçerken eline sıkı sıkı yapıştığım annemi durdurur, kapının her iki yanına asılı klozet kapaklarını gösterip "bu ne, bu ne?" diye sorar, yanıtını almadan bir adım daha atmazdım.

Annem, hacet giderilen tuvaletlerin kapağı olduğunu her defasında söyler, müslüman tuvaletlerinde kullanılmadığını anlatırdı. Kapaklara değil, onların dükkanın kapısına asılı olmasına olan merakım gitmek yerine daha çok yerleşirdi belleğime.

Niko'nun dükkanı gözden kaybolana kadar nazarım oraya takılı, annemin eline yapışmış kösteklene kösteklene yürürdüm.

Niko'nun bakkaliyesine girmekse ayrı bir şölendi benim için. Şimdi anımsayamadığım şarkı gibi bir Türkçeyle maviye çalan soluk lacivert önlüğüyle karşılardı bizi Niko...

İçerinin bir tür tütsüyle karışık sabunsu tanımlanamaz ferah rayihası beni sarıp sarmalardı.

Bu kez de rafların en üstüne dizilmiş ince kağıt ambalajlı ruloları merak eder yine annemi sık boğaz ederdim. "Tuvalet kağıdı onlar" derdi, baştan savma bıkkınlıkla... Tavandan sarkan çirozlar da ayrı merak konumdu ama bu defa ciddi püskürtüleceğimi hesabeder sormazdım.

Böyle uzayıp giderdi "Niko'nun dükkanı" anılarım, çocukluğuma dair paha biçilmez değerde olan.

Yıllar sonra, şimdi bir Rum iline bastı ayağım.

Önce eczanelerini gördüm, çocukluğumdaki Rum eczanelerini hatırladım İstanbul'da oturduğumuz semtin. Hiç değişmemiş!

Sonra market niyetine bir dükkana girdim; hiç değişmemiş çocukluğumdaki Niko'nun bakkaliyesi...

Kokusu bile aynı... zenginliği aynı... Heyecandan hatırlamıyorum şimdi bunları yazarken klozet kapakları, tuvalet kağıtları, çirozlar?.... aynı mıydı?... hiç sanmıyorum ama yıllar yılı özünü yitirmeden, yaşam zevkini tezgaha sunan köklü kültüre heveslenmeden edemediğimi özlemle, sevgiyle, şükranla not düşüyorum...

7 Haziran 2016 Salı

SABAHAT TEYZE

AKTUR JURNALİ:
Erken kalkıp erken hazırlandım.Gün ağır ağır ağardı.Dantel perde nazlı nazlı salındı.Yine rüzgar vardı ama birgün önceki kadar istekli değildi.Belli ki hevesi kaçmıştı.
Sıcak gün sabah serinliğine yine de "hürmet" ediyor, iştahını sonraya saklıyor gibiydi.
Minderleri toparlanmış sedire kurlup sırtımı çatıyı tutan kalın ahşaba dayadım, gözlerimi seyrana çıkardım. Uykudan uyanmakta olan tepeler, tepelerdeki her daldan buram buram yayılan kokular, şarıl şarıl kıyıya vuran deniz,göl gibi olmadığı için rengini de laciverte çevirmekte sakınca görmemiş eyleniyordu, üzerinde yatlar, yelkenliler, guletlerle...

Derken Sabahat teyze ağırdan yürüyüşüyle belirdi bizim bahçenin önünde...Bastonu elindeydi ama kullanmıyordu. Betondan tümseği ağır ve temkinli çıkıyor, denizi gözlüyordu yılların kendisine bahşettiği tanıdıklık,sakinlik ve sabrıyla.
Kilo almıştı görünüyordu geçen yıla oranla. Yürüyüşündeki ağırlık gözden kaçar gibi değildi. Yine de saçlarının ve giysilerinin renkleriyle her zamanki gibi hoştu.

Kenidisini güzel bulduğumu, gençlik halini merak ettiğimi söylediğimde, içten, gevrek bir kahkaha atarak,buğulu sesiyle;  "Gençliğimde kimse güzel olduğumu söylemezdi, şimdi söylüyorlar" demişti geçen yıl.

Bayram için yazlıkçı berbere saçlarını kestirip hafif renklendirdiği gümüşsü beyazlığıyla ve minik sallantılı elmas küpeleriyle nasıl da az rastlanır güzelliği vardı. Bu güzellik gelip geçen türden değil kadim bir güzellikti.

Bu yıl, o bol renkli mayolarını giyip üzerine geçirdiği beli lastikli eteğiyle kumsala gelip oturacağını, hele hele uzun deniz seanslarının olmayacağı çok belliydi ama,yine de Sabahat teyze gösterişten uzak ama sahici ihtişamıyla ayaktaydı işte.

Yürüdü yürüdü Sabahat teyze, taaa  koyun gölgeli ucuna kadar. Sonra banka oturdu hiç acele etmeden, ağır ve yavaş... Seyre daldı  uzakları.

İçimdeki belli belirsiz hüzün katmerlendi onu seyrederken. Çünkü oraların deniz gelgitlerinin, dalgaların taşımasıyla oluşan her kum tümseğinin nasıl çiçeğe kestiğini, kum sanılan döküntünün ufalanmış, öğütülmüş deniz canlılarının kabuklarından oluştuğunu ve çook kıymetli olduğunu Sabahat teyzeden dinlemiştim.

Buraya ilk geldiklerinde gencecikti. Eşiyle bu kıyıların kıymetini bilerek gelen öncülerdendi... Ve kimbilir nasıl güzeller güzeliydi Sabahat teyze.

O şimdi uzaklara bakarken; ben de onun o ilk geldiği yıllardaki genç gözüyle bakıyordum ve içim düpedüz acıyordu.

 Ağır ağır yürüyor, her adımı yaşamının terse saran saatini ağırlaştırıyordu.

Çok oturmadı, kalktı Sabahat teyze.Daha komşuları uykudayken o evine dönüş yolundaydı.

Ben ondan önce kalktım minderleri akşamdan toparlanmış sedirimden...Uzaklara gitmeye hazırlanmak için içeri girdim, son toparlanmalara koyuldum

5 Haziran 2016 Pazar

BERRİN HANIM



Bir cennetin sahibiymiş Berrin hanım. Bizlerin bildiği, önce gelip kıyısına kayıklarımızı bağladığımız yerdi Berrin hanımın olan. Sonradan öğrendik ki; başka cennetleri de varmış. Denizin bittiği karanın başladığı kumsal ve ötesi dönüm dönüm arazi, bereketli tarım toprakları.

Tekneler bağlanıyordu  kocası Mehmet beyin yaptırdığı tahta iskeleye. Mehmet bey önce kendi yapmışmış derme çatma iskeleyi, kayık mayık bağlamak için. Gelip gittikçe zeytinlikleri,tarlayı sulamak için,göz kulak olmak için.

Sonra keşfedilince güzelim koy,karadan yolu olmayıp tek ulaşımın denizden olduğu için  iskelenin daha güzelini, daha sağlamını sonradan ustasına yaptırmış.

Kızının, damadının,akrabadan aşçı Bayram’ın,Ahmet’in çalıştığı lokanta öyle doğmuş.
Her yolu düşüp gelen “Aman allahım, ne güzel bir yer burası”deyip deyip dururlarmış.

Mavinin her tonundan deniz, Berrin hanımın kıyısında yeşile dönüştüğünde günün ışığı ne pırıltılarla bakanı göreni şaşkına çevirirmiş.

Koyu kaplayan kayaları bezeyen kekiklerin mis koktuğu, kekliklerin de kıkırdaştıkları bahçe, balıkçıların, toprak tutkunlarının uğrağı kadar denizcilerin de bayıldığı yer olmuş.

Akşamüstü güneş cayırtısıyla ışığını kenara köşeye çekmeye başlayınca damat Tarık’da yeşil tahta masalara beyaz yıkanmış mis örtülerini serer,yeşil tahta sandalyelere minderlerini koyar, uçmasın diye de bağlar, akşamın her türlü sürprizine hazırlarmış güzelim bahçeyi.

Berrin hanımla Mehmet beyin kızı, yakışıklı Tarık’ın eşi Zerrin de özene bezene giydiği akşam kılığıyla şöyle ortalıkta salınır, denizden, tekneden gelen konuklarını karşılarmış. Aşçı Bayram gümbür gümbür sesiyle mutfaktan dışarı kara saçlı başını uzatmadan edemez, hanım konuklara muzipçe laf attıktan sonra harlı ateşin başına geçermiş.

Mehmet bey deseniz, sabah kahvaltıdan sonra,kayığıyla çıktığı alış-veriş yorgunluğunu tatlı kestirmelerle azaltmış olarak beyazlar içinde elinde sigarası tüte tüte,bahçenin gerisinden, karaya çıkanları süzer, eğer görünürse saygısını asla esirgemeden, güldü mü daha çok kırışan ihtiyar gülüşüyle biraz mahçup, konuklara “merhaba” dermiş.

O topraklarda doğup büyüyüp, okumaya gönül veren kavruk çocuk Mehmet, n’apıp edip eğitim enstitüsünden ingilizce öğretmeni olarak çıkmayı başarmış ender oralılardanmış.

Mehmet sonracıma, Berrin hanımla evlenmiş.
Parmak kadar kapkara kaşlı, kapkara gözlü,ekmek yüzlü Söğüt’ün güzeli Berrin hanım da, oranın çift çubuk sahabı bir babanın kızı olacak ki; Mehmet beyle evlenirken tarlalarını, bahçelerini çeyiz olarak getirmiş, Mehmet beye vermiş.

Bir kızları bir de oğlanları olmuş. Ki; kızları Zerrin bahçenin genç patroniçesi yakışıklı Tarık’ı içgüveysi olarak getirmiş oraya. Yok, yok Tarık önce çalışmak için gelmiş Mehmet beyin yanına. Yakışıklılığının yanısıra, iyiliği yüzünden okunan bu çocuk bir de çalışkanmış, bir de çalışkanmış... Herkes bayılmış Tarık’a.
Tarık’ta koşulsuz- şartsız herkesin yardımına koşar, hiç ama hiç bir işten erinmezmiş.

Zerrin’de napmış? Tarık’a gönül koymuş. Evlenmişler, pek te iyi yapmışlar. Birbirlerine pek yakışan çift olmuşlar. Bir de analarının toprağının üzerinde babalarının kurduğu işletmeye daha bir güç, daha bir can katmışlar ikisi bir olup.

Mehmet beyin baba tarafından akrabasının oğlu olan aşçı Bayram ise; oranın yıldızı, ‘olmazsa olmaz’ simasıymış.
Babası ölünce Mehmet bey almış onu da yanına. Bayran n’etmiş, etmiş, klarnet çalmayı öğrenmiş.  Klarnetle nasıl tanışmış, eline nasıl gelmiş bilinmez ama daha sonradan hatırlı abilerinin armağanı klarnetlerle konuklarına dinletiler sunmaktaymış.

Cayır cayır ocağın başında işi bitip, onca milleti doyurduktan, kedilerine mamalarını vermeyi ihmal etmeden, üstünü başını çıkarır, yıkanır paklanır, temiz giyisilerini giyip, saçlarını yapıştırıp asılırmış klarnetine.
Koy inlermiş dokunaklı, neşeli nağmeleriyle...Şarkılar yıldızlara ulaşır, denizin şıkırtısıyla kıvama girermiş, geceler şenlenirmiş böyle.

Yeni baba olan yardımcı Ahmet, mutfağın son kalan işlerini toparladıktan sonra, hem karısını hem bebeğini düşünür,kayığında uykuya saklarmış hülyalarını.

Peki Berrin hanım naparmış?...

Onca toprağın, onca çift çubuğun sahibesi Berrin hanım, ne bir gün oralı hanım patronluna özenmiş, ne birgün, sürüp sürüştürmeye, ne bir gün giyinip kuşanmaya, ne bir gün “şöyle bir şehirli hanım olayım”demeğe özenmiş.
Hiç özenmemiş mi?..Hiç özenmemiş işte.

 Horozların sesiyle uyanıp, günün ilk ışığıyla gözünü açan Ayşe, hemen soluğu yukarda alınca genzine dolan kekik kokusunu içine çekerken Berrin hanımı sırtında çalı çırpıyla tavukların yanından gelişini görürmüş.

Keklik kıkırdaşmalarıyla kulaklarını şenlendiriken denizin mavisinden gözünü bahçeye kaydırdığında ise, ohooo çoktan çalı çırpıyla tutşmuş bahçedeki ocağın çizgi gbi gökyüzüne yollanan dumanını hem görür, hem de kokusunu duyamış.

Berrin hanım hamur ekmeklerini sıra sıra küreğe dizer de sürermiş ocağın içine.

Eğer yüz yıkamaya, hacet gidermeye bahçenin o tarafına yönelen misafir tanıdıklar varsa, içine kendi ürünü tereyağından sürdüğü sıcak ekmek parçalarını ellerine tutuşturmadan göndermezmiş.

Bunu yaparken de, gülmez, parmak kaşlarını koyultarak delici bakışlarla bakarmış yüzlerine. Eskaza, "Reddedersen ikramı, reddemezsin, bil!".. demek istermişcesine.

Berrin hanım, otururken dürbünü elinden eksik etmezmiş. Doğrusu dürbünle bakmak için otururmuş sandalyeye eğreti.

Koyun çepeçevre kayalıklarına tırmanan keçilerindeymiş gözü. Hamile olan sarıkız yüklüymüş, doğurdu doğuracakmış. Ah niye salıvermiş ki, ya oracığa doğurusa da akşam düşerken tilki yeni doğum yapmış anayı parçalayıp, yavruyu kapıp kaçarsa...diye gözlermiş, tararmış, kayaları, çalıları, otlakları....

Kendi söylemezmiş ama bunları hiç. Zaten öyle uzun uzun konuştuğu hiç görülmemiş, işitilmemiş Berrin hanımın.
Kızı Zerrin anlatırmış anasının dilinden dürbünle bakmasını...

Berrin hanım, arkadaki sebze bahçesini yapar, olgunlaşan domatesi, salatalığı, biberi,patlıcanı, kabağı toparlarmış hep.

Ansızın fırtına koptuğunda bir bakmışlar ki; Berrin hanım yeni yapılmakta olan güneş enerjisi klubesinin daha kapatılmamış çatısının naylonunu uçmasın diye sıkılayıp sağlamlarmış.

Neyse ki, doğurmadan,karnında indirmiş Sarıkız bebesini aşağıya. Berrin hanım, çitli telli bahçeye kapamış keçisini. Yanına diğer hamile siyah beyazı da komuş. Gidip gelip beklermiş. “Yok bunun doğuracağı” diye de sabırsızlanıp söylenirmiş.

Sarıkız sonunda,alışılmışın dışında incecikten sızılı bir meeee’lemeyle haber salmış. Teknedeki Ayşe’de Berrin hanım ve Zerrin’le aynı anda dikelmişler. Berrin hanım önde, Zerrin arkada koşmuşlar.

Ayşe bağırmış, “geliyor mu bebe”diye. Zerrin “evet”demiş heyecanla...
Kıyıdakiler elleri bellerinde o tarafa bakmışlar, bakmışlar,"bebeğin geleceği yok!" deyip yerlerine geri dönmüşler.

Berrin hanım, Sarıkızın karnını ovalamış, ovalamış... Sonra eğilmiş toprağa.
Doğmuş bebe...Zerrin “doğdu Ayş’ablaaa” diye sevinçle seslenmiş denize doğru.

Hemen telefonuyla çektiği fotoğrafı gönderivermiş 'pıt' diye, ıslak kahverengi keçi bebe anneciğinin dibinde yatarken. 
Sonra Berrin hanım Sarıkızı boynundaki bağından çeke çeke götürmüş arkalara. Kucağında da yeni doğmuş bebe.

Akşam da kara zamanı, Zerrin “Annem hep sarıkızın yanında..Huysuzlanıyor ana da bebe de”... diye güncellemiş durumu.

Berrin hanım,15 günlük Naz’ı da, annesini zorla yakalayıp bebesini beslesin diye memesine bir yapıtırmış ki, görenler çobanlıkta yıldızlı pekiyi’yi Berrin hanıma vermekten bir an bile geri durmamışlar.

Berrin hanım, Berrin hanım, şu Naz’ı sevdiğin gibi Zerrin’le Levent’i de sevdinmiydi  bebekken?...diye sorulduğunda, yüzündeki çatık kaşlı ifade gevşeyip yumuşamış anlık ta olsa. “sevmem miii?”demiş.

Berrin hanım, Mehmet beyin içmesine kızarmış pek çok. Sevincinin görülemediği güneş çalığı güzel yüzünde kızgınlık, acı ve hüzün zahmetsizce belirip Mehmet beyin içkisiyle açıklanırmış ayan beyan.

Zerrin ise; “annem çobanlığı hep sevdi, hiç bırakmadı” dermiş de Berrin hanım, derinlerindeki "kadın"ın içkisine hırçınlanıp kızdığı "bey"inin günün yorgunluğunun, bastıran mahmurluğunun yamacında istemesini bir allahın kulu aklına getirmez miymiş ki, Mehmet beyin kulağına gizliden fısıldasın.
Fısıldasın da gülerken kırışığıyla daha ihtiyar yüzlü Mehmet bey, "Hımmmm" desin.




23 Ocak 2016 Cumartesi

YILAN HİKAYESİ...


Yıllardır hayalini kurduğu eski evinin onarımı bitmişti sonunda...İşler uzamıştı ama bitmişti... Babasını kaybettiği için planladığı tarihte orada olamayacağını bildirdiğinde inşaatı yürüten usta hemen ustalığın doğası gereği; başsağlığı dileklerinden sonra sıkı düzeni gevşeterek başka işlerini araya sokup el çabukluğu üzerindeyken yakalanmıştı ama olsun...

Evi toparlamaya,temizlemeye, inşaat sonrası oturulacak hale getirmeye ansızın gidince, ortalığın enkazı morallerini bozmamış ta değildi hani.

Can arkadaşı ona 48 saatliğine yardım için kalkıp gelmişti ve delice çalışarak,ustaların özensizliği yüzünden  kireçle kaplandığı için rengini yitiren güzelim kırmızı yer taşlarını adam ederken bir yandan ciddi anlamda eşya ayıklamışlar, yeni dolaplara ve raflara yerleştirmeler yapmışlardı.

Onca yorgunlukla,daha yola çıkmadan önce ısmarlanan yeni yatağın onların eve varışlarıyla eş zamanlı gelmesine ise; sevinerek cesaretlenip atlayıp kasabaya gitmişler, konulacak yerin yeni boyutlarına uygun çamaşır makinesini ve daha bir dolu eşyayı da almışlardı ki,kalabalık ve yaz bastırmadan getirilip kurulsun diye...
Arkadaşı, kılkuyruk telefon kulaklıklarını bile üretici hassasiyetiyle kıvırp dolayıp çekmeceleri düzenleyip dönmüştü sonunda.

Yapayalnız kalmıştı, yorgundu ama huzurluydu...

Ev istediği gibi olmuş, kapı- pencere yenilenmiş, terasların çardakları  yağmura dayanıklı kiremitlenmiş, avlu, üzeri kilimli ve bol yastıklı sediriyle birlikte gölgeli, serin bir dinlenme alanına döndürülmüş, banyo içacıcı temizlikte,pırıl pırıl olmuştu.

Akşam olduğunda parmağını kıpırdatamayacak kadar yorgun, televizyonun karşısındaki kanepede uyuklarken, bir akşam önce arkadaşıyla başlarının aynı anda, küt küt düşmesini birbirlerinde farkedip kıkırdadıkları aklına gelince hüzünlenivermişti.

Dikkatini ekrandaki ünlü tarihi diziye yoğunlaştırıp içinin geçmesine karşı koyamaya çalışıyordu ama göz kapakları söz dinlemiyor, ağırlaşıyor,kapanıyordu. Bu mücadelenin bir evresinde gözünü açtığında yerdeki karartı ona hala uyuduğunu söylüyordu.
Oysa o iyice uyanmış, hatta uykudan eser kalmamış, adeta cin kesmiş belleğinden bedenine ılık bir korku yayılmaktaydı...
Gecenin koyu karanlığının içinde yapayalnızdı, gün boyu ardına kadar açık terasın yepyeni kalın ahşaptan sürgülü camlı kapılarını da kapamış kilitlemişti hatta...
Üzerinde kıvrılıp uyukladığı kanapenin iki adım ötesinde, televizyonun durduğu setin hemen önünde, yerde iki kere “S” yapmış incecikten bir yılan kıpırdamadan duruyordu. Akşamın inmesiyle her türlü haşaratın sırasıyla boy gösterişine yazlar yazı yıllardır pek alışkındı ve komşularına inat birlikte yaşadıklarının sevincini taşırdı da şu sıska yılan için içi hiç aynı şeyi söylemiyordu.
Kendisini iyice korkuya teslim etmeden“Yoksa yılan değil de, irice bir solucan mı?”  diyerek  aklını sorguluyordu şimdi. O saatte sorun morun istemiyordu artık.

Uyuklamanın tutsak alan gevşekliğinden kurtulup bir hışımla yatağına gidip yatmaktan başka birşey düşünmezken şimdi kanı donmuşçasına yerdeki davetsiz misafire öylecene bakıyordu.
Beyni sürekli çalışıyor, durumu tarayıp tarayıp atıyordu.
Yok, asla öldüremezdi. Hem neyle ve nasıl öldürebilirdi ki... Yılanın durgun ve şaşkın hali onun gidip daha yakından gözatmasına cesaret verdi.
Derisinin grili, fümeli pullarla şahane desenlenmiş kusursuz görünümü kuşkularını silip atmış, zehirli bir sürüngenle karşı karşıya oluşu korkusunu yeniden öne çıkarmıştı.
Aklına hemen, avlunun merdiveninin altındaki yenilenmiş dolapta duran uzun saplı sarı süpürge ve faraş geldi. Usulcacık onunla alıp atacaktı dışarı yılanı.
Buram buram cila kokan yeni dolabın kapısını açar açmaz arkadaşıyla rafa dizdikleri böcek fısfısını gördü.
Hemencecik hatırladı,komşularından birileri anlatmıştı, üst odalarının ahşap çatı dayağına sarılmış yılanı bu köpükle nasıl alaşağı ettiklerini... Kendisi de hiç ikirciklenmeden seçimini süpürge yerine köpükten yana yaptı, kutuyu kaptığı gibi döndü salona...yılan oracıkta öyle duruyordu hala...Düşüncelerinin hızından daha yavaş uyumsuz ama duraksamadan,  beyaz köpüğü kıvrımlı bedene boca etti... Kar gibi köpükle kaplanarak biçimini yitiren yığın, ağır,isteksiz kıpırdandı ve televizyonun üzerinde durduğu setin arkasına doğru aktı gitti.
Televizyonu kapattı, gece şimdi olanca sessizliğiyle kaplamıştı  taze ahşap kokan eski evi.
Elektrik düğmesine dokunarak lambaları da söndürünce gecenin ağırlığı orada kalmamasını öğütlüyordu. Avluyu ayıran sürgülü camlı kapıyı açıp kendini boşluğa geçirdi.Hızla kapıyı ve biraz öncenin korku ve dehşetini oracığa kapadığı düşüncesiyle soluğunu daha derin, rahat alıp verdi.
Üç basamağı çıkıp yeni yataklı odaya geçti ve aradaki kapıyı hızla örttü.
Telefonunun düğmesine dokunur dokunmaz saat ve tarih gösteren rakamlar,eşini arama kararını daha da güçlendirdi.
Sitenin güvenliğini aramayı düşünüp çabucak vazgeçti eşini aramaktan önce...Olacak olanlar şuanki dinginliğe hiç uymayacaktı ve bozmak yazık olurdu. Oysa eşinin telefondaki sesi onu biraz daha rahatlatacak ve belki hiç aklına gelmeyen daha pratik bir önerisi olacaktı. Aradı.
Şaşkınlık sırası eşindeydi şimdi. Gecenin o vakti, yalnız ev ve bir yılan...
Konuşma bitti, dişlerini fırçaladı,yüzünü temizledi, geceliğini giydi,tam yatağa bırakacaktı kendisini ama ilacını içmediği aklına geldi...Unutmuştu...Işıkları kapatmadan önce mutfakta ilacını içip çıkacaktı oysaki...
Yeniden, gözlerini yerden ayırmadan, karanlığı delip geçen görüş yeteneğini kazanmışcasına bakınarak,sırayla yatak odasının, yatak odası-banyo sahanlığının kapılarını usulcacık açtı. Yenilenmiş yarı açık avlu gecenin tüm dış seslerini denizin sesine bulayarak duyurdu kulaklarına.
Üç basamağı indi, sürgülü camlı kapıyı açtı, kalbi genleşe genleşe bütün bedeninde atıyordu tam anlamıyla...Tıpkı geçirdiği operasyonda kalp atışlarını mikrofondan dinlettikeri gibi duyuyordu tıpırtıları, gümlemeleri...
Duvardaki elektrik düğmesine değer deymez parmakları kalakaldı olduğu yerde.
Arkadaşıyla günlerce kirecinden arındırdıkları kırmızı tuğla yer taşlarının üzeri ters dönmüş, kıpırdayan bacaklı böcek denizine dönmüştü.
Yılanın üzerine boca ettiği köpük, gizliden ortak yaşadıkları onca haşaratı yere çalmışta gecikmemişti.
Komşularının “Kakalak” dediği, kahverengi,en irice olan, ansızın pat pat uçup konarak, insanın aklını başından alan, kanatlı hamam böcekleri en çok olanlarıydı zemin nüfusunun...Cırcırlar, karıncalar, top böcekleri de vardı elbette.
İlacını bir bardak suyla içti, ardına bile bakmadan gerisin geriye döndü yatağına...
Uyumadığı kadar uyudu, sabahın erkeninde kalktı, giyindi. Sevinçliydi... Takılması geciken Mutfak penceresini getirip takacaktı ustalar.
Yine de içi içine sığmıyordu, ortalığın sakinliğine bir türlü alışmak istemiyor, birilerine yılanı anlatmak istiyordu.
Yıllar yılı abla kardeş oldukları inşaatı yürüten ustayı aradı, yılanı anlattı.
“Offf abla, ben senin evine hiç gelemem artık bundan sonra”dedi pehlivan ustası ona.
Sonradan içi elvermemiş olacak ki geldi ama içeriye adım atmadan, yeni kapı doğramalarına dayanıp boynunu içeri uzatarak konuştu kendisiyle...
Demeğe kalmadan yarım kalan işleri tamamlayacak Necdet usta ve ekibi doluştular terasa...
Neredeyse boyunlarına sarılacaktı herbirinin sevinçten...
Doğma büyüme oralı olan ustalar türlü türlü yılan hikayeleri anlattılar ona.... Kuyrukları tavan arasından sallanan 10’larca yılanlı çatı hikayesi baş ustanınkiydi ve tüyleri ürpererek dinlemişti. Usta büyük bir haz ve sırıtışla anlattı da anlattı, kanının çekildiğini bile bile...
En yakışıklılarından mavi gözlü ege efesi genç usta ise; “Merak etme abla, öyle gürültü çıkaracağız ki, yılan durmaz,kaçar gider” dedi.

Gofretlerini yediler ve yeni pencereyi takmak için duvarı pata küte kırıp döktüler....